floranatolica
 
Ara Üye girişi DDbtn
-

Dubrovnik Seyahatnamesi 2.Gün

Şule Ölez, 2012

Dubrovnik & Cavtat / Hırvatistan

Sabah, `bacon´lu-sosisli güzel bir kahvaltı; değişik olarak taze peynir vardı. Sonra tur minibüsümüze binip yola koyulduk. Önce derin bir koy ve uzantısındaki burunda kurulmuş sessiz, sakin, tam bir sayfiye kasabası olan Cavtat´a gittik. Burası ünlülerin tatil yaptığı yerlerden biriymiş. Bir saat serbest saatimiz olduğunu öğrenince burnun etrafını turlamaya karar veriyoruz. Ancak tepedeki kubbe ilgimizi çekiyor, arada bir sokak ve devamındaki yokuştan yukarıya tepeye çıkıyoruz. Ve muhteşem manzaralı bir mozoleye geliyoruz. Yerler taş, heykeller taş, mezarlar taş, üzerlerinde, kimi yapma kimi gerçek, çiçek; huzurlu bir ebedi istirahatgah. Burnun öteki tarafına inip ağaçlıklı bir yoldan yürüyerek tekrar koyun kenarına geliyoruz. Yola koyulmadan önce küçük bir kafenin önündeki üç masadan birine oturup bir bira molası veriyoruz: Ožujsko Dark ve yine yerel biralardan Laško. Büyükada`yı andıran bu kasabada bir ömür geçirilebilir. Arkasından Dubrovnik; muhteşem kale şehir. Deniz kenarında 5 metre kalınlığında bir sur (city walls), içinde 16 bin kişinin yaşadığı dip dibe taş evler. Rehberimiz, duvarların içinde bir kişinin ayakta durabileceği, en fazla iki adım atabileceği, önü parmaklıklı yerleri gösteriyor. Eskiden akşam 6´dan sonra surların içinde Katolik olmayan kişileri tutmazlarmış. Ola ki bir kişi kalırsa onu da sabaha kadar bu daracık yere koyarlarmış. Sonra taştan ana cadde, meydanlar ve yöneticinin evi (rector´s house). Asillerin aras ından seçilen yönetici, 11 kişilik bir meclisle beraber kararları verirmiş, tek başına değil ve tabii ölene kadar değil, belirli sürelerde yönetici yenilenirmiş. Bir yerde yukarı doğru çıkan geniş yolun taş parmaklıkları yarıya kadar taşla kapatılmıştı. Rahibelerin ve kadınların ayak ve bacakları, aşağıdan görülmesin diyeymiş, şimdi sokaklarında askılı bluz ve şortlu kızların gezdiği yerde. Onlar aşmışlar 4-5 asırda, şimdi sıra bizde. Sonra mis gibi kokuların geldiği bir sokak restoranının önünden geçerek liman ve tersanenin olduğu yere geldik. Tersanede yapılan gemi, denize bakan duvar yıkılarak denize indirilir sonra güvenlik nedeniyle duvar yeniden örülürmüş. Uzakta, burnun ucunda kocaman bir taş bina vardı: Dışarıdan gelen her yolcu, hayvanı ve getirdikleriyle beraber burada 40 gün boyunca karantinada tutulurmuş. Evliya Çelebi´nin de orada kaldığını söyledi rehberimiz Faruk. Surların içine girerken Serdar´ın telefonu çaldığı ve bütün tur boyunca da konuşması devam ettiği için aklımda kalanlar ancak bunlar, bir de otele dönüşü nasıl yapacağımız. Bundan sonrasını ikimiz keşfettik. Önce aklımızda kalan limandaki sokak restoranında yemeğimizi yiyip biralarımızı içtik. Her sayfası ayrı bir dilde 10 sayfalık bir menüden (Türkçe de vardı) biraz kalamar tava (çok güzeldi ve çok çoktu), üstüne taze bir salata (kuruyup kalmayalım diye) sonra da ızgara küçücük ahtapotlar (bu, daha çok çoktu) ve fıçı bira seçtik ve keyfini çıkardık. Saat 2 gibi yemeğimizi bitirip akvaryuma girsek mi, diye düşünerek dolaşırken onun yerine kendimizi kapanmak üzere olan şehir surlarının üstünde bulduk. Önce limana kuş bakışı baktık sonra bir saat kadar bütün şehre. Bir de gözetleme kulesine çıktık, burası sanırım kale şehrin en yüksek noktasıydı. Şehri çevreleyen surların ve içindeki binaların günümüze kadar korunmuş olmasının nedeni, Dubrovniklilerin zeki ve barışçıl tüccarlardan oluşması. Zamanında Osmanlılar, Dubrovnik´in etrafındaki tepelere kadar geldiklerinde onlara `Tamam, savaşmayalım, biz buyruğunuz altına girmeyi ve size haraç ödemeyi kabul ediyoruz.´ demişler, böylece şehirlerinin yakılıp yıkılmasını engellemişler. Sonra da Osmanlılarla ticaret yaparak işlerini de ilerletmişler. `Bu kadar yüksek yetmez.´ dedik, bulabildiğimiz ilk çıkışı kullanarak şehir surlarından çıktık, son seferi 4 diye hatırladığımız teleferiğe doğru yola koyulduk. 4´ü 1 geçe teleferiğe vardığımızda dilimiz de bir karış dışarıdaydı. Kale şehrin arkasındaki tepeye kurulmuş olan teleferik, bütün o güzelliğe gerçekten kuş bakışı bir hakimiyet sağlıyordu. Çıkış ve iniş yolculuğu ise mutlaka yaşanması gereken bir deneyimdi. İndiğimizde çok yorgun olmamıza karşın önce hediyelik dükkânları gezdik, arkasından bizimle Türkçe konuşan bir Hırvat´tan dondurma alıp yedik. Ve nihayet kale şehrin ana caddesinde güneş alan bir sokak kahvesine oturup 1-2 saat piyasa yapanları izledik. Binaların dışı yüzyıllar öncesinden kalma olabilirdi ama içlerinde hâlâ insanlar yaşıyor, sokaklarında çocuklar koşturuyor, bir binanın kuytu köşesinde oturan genç kızları birbirleriyle sırlarını paylaşıyorlardı. Gezerken yan sokakta bir kapı önünde 4-5 adam harikulade bir şarkı söylüyor, kocaman bir kapı açılıyor ve içinden 20-25 çocuk sokağa çıkıyordu. Gezip hayran olduğumuz, çok rahatlıkla bir filme mekân olabilecek güzellikteki bu yer, birilerinin evleri, sokaklarıydı; yaşayan bir yerdi yani. Isınmak ve akşam yemeği için bir yer aramak için biraz dolaştıktan sonra piyano ve şarap eşliğinde vejetaryen risotto (bu restoranda deniz ürünleri çok yoktu, çok aramış olmalıyız sanırım) ve mantarlı tortellini yedik. Saat 11 gibi de yorgun argın otelimize döndük.